MUHTELİF KONULAR:

Kitap, söz, ok, çizgi ve renk gibi çeşitli araçların kullanılması ile meydana gelecek bazı olayların bilinebileceği tezine dayanan sanatın adı 'fe'l' sözcükte uğur tutma anlamına gelir. Türkçe'de 'Fal' şeklinde telaffuz edilmektedir.

MUHTELİF KONULAR:                                                                        İmran KILIÇ

 

FAL:

 

            Kitap, söz, ok, çizgi ve renk gibi çeşitli araçların kullanılması ile meydana gelecek bazı olayların bilinebileceği tezine dayanan sanatın adı “fe’l” sözcükte uğur tutma anlamına gelir. Türkçe’de “Fal” şeklinde telaffuz edilmektedir.

            İnsanı sebeplere sarılmaktan alıkoyan uğur ve uğursuzluk anlayışı Hz peygamber (sav)’in tebliğ ettiği öğretilere ters düşmektedir. Çünkü İslam’da insanın iradesi gücü ve teşebbüsü sorumluluğun temelini oluşturur.

             Tiyera (uğursuzluk inancı) yasak kılınmasındaki asıl sebep de, buna inanan kişinin kendi irade ve gücünü inkâr yanında yaratmayı Allah’a değil, bizzat uğursuz saydığı varlığa nispet etmesidir. Hz peygamber (sav)’in “kim bilir ihtiyacından dolayı tiyeraya başvurursa Allah’a şirk koşmuş olur” anlamındaki hadisinden anlaşıldığına göre fiil ve icadı (meydana getirmeyi) Allah’tan başkasına nispet eden fal da tiyeradan farksızdır. Hz peygamber (sav)’in belirttiğine göre fal; ”Allah’tan dilekte bulunma anlamının dışına taşmaz. Bu tür bir fal ise, ne dünya işlerinde bir zarara, nede dini vecibeleri yerine getirmede eksikliğe yol açar.”

            Tarihin çok eski devirlerinden günümüze kadar kullanıla gelen fal ve fal çeşitlerinden, Hattu’r-Remli Kum çizgisidir. Kelime ve isimlerle fal tutma, ok ve zarlarla fal tutma diğer usullerle fal tutma-açmanın İslam’daki hükmü ise; fal tutmanın gerçekte insanların merak ve tecessüs duygularını istismar düşüncesine dayalıdır, İslami öğretilerle bağdaşmayan ve birçok türü ile kişiyi şirk konumuna getiren bir davranış olduğu söylenebilir. Buna karşılık Hz peygamber (sav)’in söz ve davranışlarının incelenmesi sonucunda ise,  bazı durumları veya olayları iyimser bir yorumla karşılayıp Allah’tan hayır dileme anlamındaki uğur düşüncesinin sakıncalı değil, aksine bizzat Resul-i Ekrem tarafından özendirilmiş olduğu görülmektedir. Bir sözün, bir olayın hayra yorulması mutlaka hayırlı olduğunun veya olacağının delili değildir. Ne var ki hayra yormak ruhî sükûnete erdirdiği için sevimli görülmüştür.

 

RÜYA:

 

Übade b. Sabit(r.a) anlatıyor: Allah’ın Resulüne (sav)  “…Onlar için dünya hayatında müjde vardır…” yetindeki müjdenin anlamını sordum, şu cevabı verdi; O, müminin gördüğü hayırlı rüyadır. (Sünen-i Tirmizi)

            Rüya nedir? Rüya başlıca iki kısımdır.

1.      Allah’ın melek vasıtasıyla hakikat veya kinaye olarak kulun şuurunda uyandırdığı iç idrakler ve vicdani duygulardır. Bu tür rüyaları Peygamberler, imanlı ve amelli kullar, ender olarak da diğer insanlar görürler. Bu gibi rüyaların dalalet ettiği hakikatler vardır. Ne var ki Peygamberlerin rüyası ve tabiî ki kesin bilgi ifade eder.

Hakiki rüya dediğimiz bu rüyalar, ferdin vicdanında bir açıklık kazanmasalar, yorumlanmasalar bile doğru rüya olduklarına dair bir kanaat duygusu vücuda getirirler. Neşey-i mucip olurlar. Bu kısma giren rüyalar Peygamberimizin (sav) açıklamasına göre daha çok seherlerde görülen rüyalardır.

             2-  Bu kısım rüyaları da iki bölüme ayırabiliriz.

a) Kişinin öz nefsinden yine kendisine vaki olan bir telkindir ki esası mazideki hatıraların hayal olarak görülmesidir.

b) Şeytani telkinlerden kaynaklanan karmakarışık bir uyku hayatıdır. Peygamberimiz (sav), hoşlanılmayan bir rüya görüldüğü zaman sol tarafa üç defa “ tü tü” denilerek Allah’a sığınılmasını buyurmuş ve ayrıca şu açıklamada bulunmuştur: “ Tabir olunmadığı sürece rüya kişinin üzerinde uçucudur. Tabir olunduğu zaman ise vaki olur” ( İ. Kesir)

 

NAZAR VE NAZARLIK:

                                                                      

            Sözlükte; bakmak, görmek ve düşünmek anlamlarına gelen nazar kelimesi terim olarak göz değmesi, bakma neticesi bakılan şeyin etki altına alınması, bazı insanların bakışlarında bulunduğuna inanılan zararlı gücü ifade eder. Bu anlamda “ İsabetü’l – Ayn” (Göz değmesi) terimi de kullanırı. Kur’an-ı Kerim’de konuya dolaylı olarak değinen ayetler olup, Hz. Peygamber (sav) ise hadislerinde nazar konusuna açık bir biçimde değinerek onun hak olduğunu, ondan kurtulmak için dua ve niyazla Allah’a sığınmayı tavsiye etmiştir.

            Tecrübeler göstermektedir ki öfkenin beden üzerinde bir etkisi olduğu gibi, gözlerinde karşıdakine bakışına göre iyi veya kötü etkileri vardır. Ancak bunun meydana geliş şekli konusunda çeşitli yorumlar yapılmıştır.

            Ukbe İbn Amir (r.a.) anlatıyor: “ Allah’ın Resulüne ( on kişilik) bir topluluk geldi. Dokuzu ile biatleşti de biri ile biatleşmedi. Sordular, “ Ya Resüllah! (Niçin) dokuz ile biatleşip biri ile biatleşmediniz?” Üzerinde nazarlık olduğu için (biatleşmedim) bu açıklaması üzerine kendisi ile biatleşmediği kişi elini soktu ve nazarlığı çıkarıp kırdı. Allah’ın Resulü de (sav) onunla biatleşti ve şöyle buyurdu: nazarlık takan Allah’a ortak koşmuş olur.” (Mûsned)

            Nazarlık takmak niçin şirke açılmaktır. Dinimiz nazar göz değmesinden başta Felak ve Nas sureleri olmak üzere Kur’an sureleri ve ayetleri ile korunmayı ögütler. Nazarlık takmak gelebilecek bir tehlikeye karşı bir taş, kemik, cam v.s.den yardım beklemektir. Cansız bir varlıkta Allah’ın kudretini gibi bir kudret görmektir. Bu sebeple mümin kendi üzerine, çocuğuna, evine, dükkânına ve arabasına nazarlık asmaktan sakınmalıdır.

 

            KEHANET:

           

            Kehanet, gaybdan haber verme anlamına gelir. Bu iş yapan kişilere de kâhin denir. Cahilliye döneminde derin bir araştırmaya dayanan bilgilere sahip olan kişilere de kâhin derlerdi. Zaman zaman müneccim (astronom) ve tabiplere kâhin denmesi bundandır. Türkçe kâhin karşılığında çoğunlukla falcı ve bakı(m)cı kelimeler kullanıla gelmiştir.

            Kâhin, istikbalde meydana gelecek işleri bildiğini iddia eden, gizli ve görünmeyen âlemden haberdar olduğunu söyleyen kişilere denir. Bir başka tarife göre; geleceği ilişkin olaylardan haber verene “ Arraf” geçmişte meydana gelen ve insanlara gizli kalan haberleri bildiren kişilere de kâhin denir.

            Kehanet: Cinlerden bir dost edinerek onun vasıtasıyla gaybdan haber verme biçiminde gerçekleştirilen kehanet, insan tabiatında bulunan bir yeteneğin harekete geçirilmesi sonucu kazanılan bir sanat anlamında kehanet, putlardan kendilerine gizli sesler fısıldadığını iddia edenlerin kehaneti olmak üzere üç nevide incelenebilir.

            Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde kehanet yasak edilmekte, kâhinler yerilmekte, onları tasdik edenin Hz. Muhammed’e (sav) indirileni inkâr etmiş olacağı ( Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mace, Dârimi, Müsned) cennete giremeyeceği (Müsned) ve kırk gün namazının kabul edilmeyeceği (Müslüm) ifade edilmektedir.

 

            SİHİR:

           

            Sözlükte; cadılık, gözbağcılık, sebebi ve kaynağı gizli durum gibi anlamlara gelen “ sihir” kelimesi, gözbağcılık ve hile yoluyla insanları manyetize ederek, tabiat kanunlarına aykırı olaylar ortaya koyma sanatını ifade etmek için kullanılır. Türkçesi “büyü”dür. Sihirde hakkı batıl, batılı hak; hakikati hayal, hayali hakikat gösterme uğrunda oraya konan esrarengiz bir yanıltma çabası vardır.

            Sihir kelimesi Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde sihir konusuna temas edilmiş, bir Hadis-i Şerifte büyü yapma yedi büyük günah arasında sayılmıştır. ( Buhari, Müslim, Ebu Davud)

Sihrin belli başlı şu çeşitleri vardır. El çabukluğu ile yapılan sihir. Vapurda giderken sahili hareket ediyor gibi görmeğe benzetilebilir. Bir takım araç ve gereçlerle, cisimlerin kimyasal özelliklerinden yararlanılarak yapılan sihirler. Firavunun sihirbazlarınca yapılan bir kısım sihirler gibi. Cinlerden yardım görerek yapılan sihir. Spritizmcilerin faaliyetleri (ruh çağırma) esasen bu tür sihre dayanır. Yer kuvvetleriyle gök kuvvetlerini karıştırarak meydana getirilen sihirdir. Buna tılsım da denir; insan ruhunun belli eğim, egzersiz ve arıtılmasından sonra gizli şeyleri görebilecek derecede his ve idrakinin artması ve böylece çeşitli varlıklarda tesir icra edilerek yapılan sihirdir. Buna manyetizma, hipnotizma ve fakirizm denir. 

            Bütün sihirlerin ortak özelliği ya sırf yalan, hile ve aldatmadan ibaret oluşu veya bazı gerçekleri kötüye kullanarak ortaya koyuşudur. Sihir bir aldatmaca ve gözbağcılıktan ibaret olup Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğunluğuna göre ise sihrin gerçek yönü ile etkisi vardır. Fakat Allah Teala’nın dilemesi olmadan sihrin kimseye zararı dokunmaz. Mümine düşen görev, sihirle uğraşmamaktan, sihir yapmaktan uzak durmak ve her türlü kötülüğe karşı Allah’a sığınmaktır.

            İslam âlimleri sihri öğrenip öğretmeyi ve sihir yapmayı haram saymış, haramlığını inkâr eden dinden çıkmış ve sihir yapan küfre düşmüştür. En azından büyük günah işlemiştir.

 

 

RUKYE:

 

            Dua,  Efsun, muska; sihirbazları ve üfürükçülerin okudukları şeyler. Âlimler şu üç şartın bulunmasıyla rukyenin caiz olacağı üzerinde görüş birliğine varmışlardır: Allah Tealanın kelamıyla, (ayetlerle) isimleri veya sıfatlarıyla olması; Arap diliyle veya başka bir dille anlaşılır olacak şekilde yapılması, yapılan rukyenin bizar faydasının dokunduğuna değil, umulan faydanın Allah Teala tarafından gönderildiğine inanılması.

Rukye; Mubah, Haram ve Şirk olmak üzere üç çeşittir.

           

            Mubah olan Rukye: Kur’an-ı Kerim’den ayetlerle Allah Teala’nın isim ve sıfatlarıyla, Arapça ve anlamı anlaşılabilir bir dille yapıldığı takdirde mubahtır. (Buhari)

            Haram olan Rukye: Anlaşılmaz sözler, anlamsız kesik harfler, bilinmeyen isimler, bilenlerin Arapçadan başka bir dille rukye yapması, demir, tuz kullanarak veya ip bağlayarak rukye yapılmasıdır. Fayda verdiği tecrübe edilmiş uygulamalar bunun dışındadır. ( Müslim)

            Şirk olan Rukye: Allah Teala’dan başkasına dua ederek, sığınarak veya yardım dilenerek yapılan rukye, şirktir. Peygamberlerin, meleklerin, cinlerin isimleri ve diğer canlı-cansız varlıkların adı ile rukye yapmak gibi. Bunların tamamı Allah Teala’ya şirk koşmaktır. Nitekim Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “ Efsun, nazarlık boncukları ve muhabbet için yapılan muhabbet muskaları şirktir.” ( Ebu Davud, İbn Mace, Ahmed b. Hanbel)  Yine; “içinde şirk bulunmayan şeyle rukye yapmakta bir kötülük yoktur.” (Müslim) buyurmaktadır. İbn Hacer bu konuyu şöyle açıklamaktadır. “ bazı rukyelerde şirk bulunmaktadır. Çünkü onu yapanlar, kendilerine dokunan zararı defetmek ve fayda elde etmeyi Allah’tan başka kimselerden istemektedir.” (Fethu’l Bâri)

            Müslüman, tamamıyla Allah Teala’ya tevekkül etmekten başka şeylerden fayda dilemez. Nitekim Rasullah (sav) şöyle buyurmaktadır. “ Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız cennete girecektir. Onlar, efsun yapmayanlar, teşe’um etmeyenler, vücutlarını dağlamayanlar ve ancak Rablerine tevekkül edenlerdir.” (Buhari, Müslim)

Kendiliğinden, istenmediği halde Müslüman kardeşine rukye yapması bunun dışındadır. Bu Resullah’ın (sav) şu hadisine göre müstehabtır. “içinizden her kim kardeşine yardım etmeye güç yetiriyorsa bunu yapsın” (Müslim)

 

OKUMA-YAZMA:

 

            Ebu Huzame (r.a.) babasının şöyle rivayet ettiğini anlatıyor: “ H.z. Peygamber’e (sav) şöyle deyiverdim de sordum! —Ya Resullah! Duanlarla şifa talebinde bulunmamız, ilaç tedavi olmamız ve bir de koruyucu tedbirlerle korunmamız Allah’ın bizim hakkımızdaki kaderini engeller mi? Ne buyurursunuz? Allah’ın Resülü şu cevabı verdi. —Bunlar da Allah’ın kaderindedir.” (Sünen-i Tirmizi)

            Sebep-netice ilişkisi ilahi bir kanundur. Allah; evrende ve yerküremizde, bütün varlıklar üzerinde hâkim kanun olarak sebep-netice kanunu yaratmıştır. Her netice mutlaka bir sebebe dayanır. Bu bir ilâhi kaderdir. Biz bu kanuna göre hayatımızı düzenleriz ne var ki biz cereyan eden bütün olaylarda ki sebep-netice ilişkilerini bilmiyoruz.

            Bazen de bilmediğimizi kabul edemediğimiz için gerçekçi olamıyoruz. Bu sebepten ötürü olsa gerek tıp yoluyla tedaviyi müspet bir yöntem olarak kabul ediyoruz da (hem de öyledir) okunma yoluyla tedaviyi sebebi olmayan bir netice talebi olarak değerlendiriyoruz.

            İslam, hastalık, musibetlerle mücadeleyi ve gerekli bütün tedbirleri almayı sonuçta ise bunu Allah’ın bir imtihanı bilip sabretmeyi telkin eder. (Bakara- 155)

Hastalık ve sakatlıkla mücadele ve gerekli tedavi yollarına başvurma hem insanın tabii yapısının gereği hem de dinin emir ve tavsiyesidir. Hz. Peygamber (sav) “Allah hem derdi hem de devayı göndermiş, her hastalığa bir çare yaratmıştır. Tedavi olun ancak tedavide haramı kullanmayın.” buyurmuştur. (Ebu Davud,) bu itibarla bir dert ve hastalıktan kurtulmaya çalışmak hem tevekküle hem de hakiki şifa verenin Allah (c.c.) olduğu hakikatine aykırı düşmez.

            Okuma- okunma müspet bir tedavi yoludur. İzahı da mümkündür. Bilim; insanın, çevresine kuvvetli elektrik akımları yaydığını özellikle konuşma sırasında elektromanyetik dalgalar neşrettiği ispatlamıştır. Okumada okuyanın okunanı Allah bilir elektromanyetik dalgalara maruz bırakmakta; ışınlamaktadır. Burada mukaddes metinlerin, Kur’an ayetlerinin, Hadislerde açıklanan duaların ve ilahi isimlerin rolü bu olsa gerektir. Ancak doğrusunu Allah bilir. Okuyarak tedavi aslen mubah olmakla birlikte sırf bu yola güvenip diğer tedavi usullerini terk etmek hem tevekküle hem de dinin emirlerine aykırıdır.

 

            ADAK           :

 

            Nezir (Adak) Allah’ı yüceltmek için yapılmasında sakınca olmayan bir işin yapılmasını üstlenmek; nefse görev kılmaktır.

            Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla “ şu gün oruç tutayım, su kadar sadaka vereyim.” gibi temelde ibadet vasfını taşıyan görevleri nefse gerekli kılıcı adaklar caizdir. Caiz ise bizatihi adak dinimizde tavsiye buyrulmamıştır. Hatta Peygamberimiz tarafından yasaklanmıştır. Zira adak gerek yok iken nefsi külfet altına sokmaktır. Üstelik sonuca da tesiri yoktur. Bu hususu açıklamak için olacak ki Allah’ın Resulü konu ile alakalı hadislerinde şöyle buyurmuştur. “Adak (hiçbir şeyi değiştirmez) öne almaz ve ertelemez. Gelecek olanı da engellemez. Evet, adak insana (kader planında) takdir olunmayanı sağlamaz. O kişiyi ancak takdir olunan kaderine yöneltir. Ne var ki Allah adak vesilesi ile cimriden mal çıkartır. Zira kişi adaktan önce vermediğini adaktan sonra verir.” (Buhari)

Bir başka hadislerinde Peygamber Efendimiz (sav)şöyle buyurmuştur. “Kim Allah’a itaat vasfını taşıyan bir hususta adakta bulunursa (adağını yerine getirerek) Allah’a isyan etmesin. Zira Allah’a isyan hususunda ki adakla, insanın güç yetiremeyeceği adak geçerli değildir.” (Buhari, İbn Mace)

Mümin adağını yerine getirmelidir. Şartlarına uygun adağını yerine getirmeyen kişi günahkâr olur.

 

            HURAFE:

 

            Hurafe, sözlükte saçma, uydurma, anlamsız, boş şey, gerçek olmayan söz, tutarsız düşünce, asılsız inanç ve masal anlamlarına gelir. Terim olarak ise hurafe, hiçbir hakikate dayanmayan, tamamen vehim ve hayalden ibaret olan asılsız, boş ve batıl inanlar ve düşünceler ile bunlara bağlı olarak yapılan davranışları ifade eder. Hurafe aynı zamanda bozulan dinlerden günümüze kadar gelen batıl inanç, garip hikâye ve söylentilerdir. Mitoloji, efsane, esâtîr, küet gibi kelimelerin eş anlamlısı olarak da kullanılmaktadır. Hurafe bidate benzemekte ise de ondan farklıdır.

            Halk arasında yaygın olan ve rağbet gören hurafelere şunlar misal gösterilebilir: dünyanın yapısı ve gök cisimlerinin hareketleri ile ilğili hurafeler. Cenaze ve kabirlerle, türbe, mezar, tekke v.b. gibi yerlere mum yakma, çaput (bez) bağlamak, sulara para atma dilek tutma adetleri. İlkel insanlarda görülen ateş-su kültlerinin devamıdır. Merak ve tecessüs duygularının tatmini ile ilgili hurafeler. Bazı zaman dilimlerinin uğursuzluğuna ilişkin hurafeler. Aile hayatıyla ilgili hurafeler.

            Modern Hurafecilik: gelecekle ilgili yalanlar düzülmesine ve insanların aldatılarak ümitlendirilmesine, kırgınlık ve düşmanlıkların yetiştirilmesine ve bilgisiz müminlerin tevhid inancından saptırılmasına sebep olan kâhin hezeyanları, falcılık ve benzeri cahiliyet hurafeleridir. İslam dininin haram kıldığı bu gibi işlemler maalesef devrimizde de revaç bulmaktadır. Bu gibi hurafeleri, yabancılardan aldıkları örnekleri geliştirerek hazırladıkları fal köşeleri ile günlük gazeteler, iletişim araçları ve bu konuda çıkarılmaya başlanan özel dergiler giderek yaygınlaşmıştır.

İslam bu işleri hoş görmez. Müslüman bu yalan ve yanlış işlere iltifat etmez, etmemelidir.

            TEŞE’ÜM:

           

            Şu’m lafzı uğursuzluk, hayırsızlık manasınadır. Bunun zıddı ve karşılığı “yümn” dür ki kutluluk demektir. Araplar, Cahilliye devrinde kadında, atta, Ümm-i Veleme’den gelen bir rivayetle kılıçta, şâmet yani uğursuzluk olduğunu iddia ederlerdi. Hatta bunlardan başka daha birçok şeyde uğursuzluk olduğuna inanırlardı. Hadis’te bu şeylerin öne çıkması, insanların bu şeylerle sıkı ve daima ilgili bulunmasıdır. İnsanoğlu bunlardan müstağni olamaz. İbnü’ül- Arabî: “ Bunlarda uğursuzluk iddiası Cahilliyet’e dayanır. Yoksa yaratılıştan bir uğursuzluk yoktur.” Demiştir. İbn_i Mus’ud’da: “Bir şeyde uğursuzluk varsa o da iki çene arasındaki dil ile söylemesidir. Uzun zaman bahsedilmeğe değer dilden başka bir şey yoktur.” Demiştir. Rasûlullah (sav) “Teşe’üm yoktur.” Diyerek uğursuzluk tutmayı, hayırsızlık saymayı genel biçimde yasaklamıştır. Az sonra nakledeceğimiz Hadis’te ki uğursuzluk telakkisi de Cahilliye âdetini hikâyeden ibaret olup İslam itikadından değildir.

            Hadis-i Şerif şöyledir. Abdullah İbn-i Ömer’den (r.a) Nebi’nin (s.a.v.) “Uğursuzluk (telakkisi âdet olarak) ancak üç şeyde: atta, kadında, evde hâsıl olur.” Buyurduğunu işittim, dediği rivayet edilmiştir. (Buhari)

            Bazıları H.z. Aişe (r.a.) validemize bu hadiste uğursuz sayılanlardan sorduklarında O, son derece hiddetlenerek: “ Kur’an-ı Muhammed’e gönderen Allah’a yemin ederim ki, katiyen Rasullah böyle bir şey söylememiştir. O, yalnızca Cahiliyet halkının bu şeylerde uğursuzluk gördüklerini bildirmiştir.” Demiştir. Hz. Aişe’nin bu cevabı, konumuz olan Hadis-i Şerifteki Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sözü, yalnız Cahilliye âdet ve anlayışını hikâyeden ibaret olduğunu bildirir. Onlar böyle inanırlardı ve bunlar yanlış inanışlardı demektir.

            Hz. Aişe (r.a.) Validemiz, bu soruyu soranlara Hadid suresinin şu ayetini okuyarak istidlâl etmiştir. “ Ne yerde bir afet, ne de şahsınızda şiddetli bir felaket başa gelmez ki biz onu yaratmazdan önce O, Levh’de yazılmış (ezelde takdir edilmiş) olmasın. Olayları böyle oluşundan önce takdir, hiç şüphesiz Allah’a göre kolaydır.” (Hadid suresi 22) Şu halde Levh’i mahfuz’da yazılı olan hâdiselerden kurtulmak mümkün değildir. Bunlarda evin, bineğin, hanımın, silahın ve başka bir şeyin tesiri yoktur.

            Hz. Aişe (r.a.) uğursuzluk anlayış ve inancının bütünüyle mücadele etmiş ve Cahilliyet hurafelerinin hepsiyle uğraşmıştır. Hatta Şevval ayında evliliği çirkin görenlere, “ Rasulullah benimle şevval ayında evlendi. Acaba Rasulullah’ın yanında benden sevimli kim vardı? “ diyerek onları irşat edip aydınlatmıştır.

            Konumuzda geçen İbn-i Ömer (r.a) Hadisinin muhtevasını tayin eden bir Hadiste Sehl İbn-i Sa’d hadisidir ki, Buhari sahihinde İbn-i Ömer (r.a.) Hadisinde şu mealde rivayet etmiştir: “ Eğer bir şeyde uğursuzluk olsaydı O, kadında, atta, meskende olurdu” buyurmuştur. Bu Hadisin birinci kısmı olan, eğer uğursuzluk olsaydı –şart cümlesi- bu üç şeyde uğursuzluk olmadığını pek açık biçimde ifade etmektedir;

Bunlarda Şeamet (uğursuzluk) olmayınca başka şeylerde de olmaz.

            Ebu Davud’un Abdullah İbn-i Mes’ud’dan bir rivayetinde Rasulullah (s.a.v.) bir kere arka arkaya üç defa “ Teşe’üm (uğursuzluk) inancı şirktir.” buyurmuştur.”

            Peygamberimiz (s.a.v.) her şeyi hayra yormuş, uğursuzluk anlayış, inanç ve yorumlarından şiddetle sakındırmıştır.

 

            KÂİNATTAKİ SEBEBİYET KANUNU:

 

            Herkesin zaruri olarak kabul ettiği bir şeydir ki, başka yaratılmışlara muhtaç olmayan kimse hiçbir mahlûk yoktur. Bir şeyin var oluşundan kendisine ihtiyaç duyulan şeye “illet” ya da “sebep” adı verilir. Muhtaç olan şeye de “ma’lul” ya da “Müsebbeb” denir. Bütün muhtelif ve çeşitli sebepler de, eninde sonunda başlıca bir sebepte toplanır. İşte bu sebep, “vacip” olan sebeptir. Ya da Vacip-ül Vücud yani Allah’dır (c.c.)

            Allah (c.c.) o şeylere varlıklar arasında, sırf kendi iradesi ve kudretiyle bir bağ meydana getirmiştir. İşte Allah’ın iki varlık arasında oluşturduğu bağlılık gözlerimizin önünde tekrar edile edile karşımıza “ sebeplik ve etki” kavramlarıyla çıkmaya başlamıştır. Aslında bizim onlara “sebep” ya da “tesir” adı vermemiz ancak mecaz kabilinden bir şeydir. Onun için kâinatla ilgili sebeplere “Ca’li- yaratılmış sebepler denir.

            Öyle ise onlar belli bir iş için yaratılmışlardır. Bizzat kendiliğinden tesir v etki gücüne sahip sebepler değillerdir. Çünkü asıl maksat, kevni sebeplerin tesirlerinin zorunlu bir tesir olmadığı anca Allah (c.c.) iradesiyle olduğudur. Aslında bu sebeplerin başka varlıklarla iğlisi yoktur. Fakat Allah (c.c.) onları diğerlerine sebep kılmıştır. Artık Allah onlara etki gücü verdi ya da bu gücü vermedi dememiz bir şeyi değiştirmez. Kâinattaki nizam ve intizam bu illiyet sebeplilik olgusundan başkası değildir. Bütün illetler en sonunda bir büyük illet sebebe dayanır, O da Vacib-ül Vücud olan Allah’tır. (c.c.)

 

            Sözün özü odur ki, Müslüman’ın bütün sebeplerin müsebbibinin yalnızca Allah (c.c.) olduğunu bilmesi gerekmektedir. Sebeplerin hepsi dış görünüşte vardır. Özde ise hiçbir değerleri yoktur.

 

 

            İSTİHARE (NAMAZ VE DUASI): HAYIRLISINI İSTEMEK  

İmran KILIÇ

 

            İstihare; bir şeyin hayırlısını istemek demektir. İstihare namazı, nasıl hareket etmenin doğru olacağı bilinmeyen mübah işlerde  manevi bir işarete nail olabilmek için kılınan iki rekatlık bir namazdır. İlk rekatta kafirun, ikinci rekatta ise ihlas suresini okumak müstehaptır. Namazdan sonra istihare duası okunur, sonra kıbleye yönelerek yatılır, rüyada beyaz veya yeşil görülmesi hayır ve iyiliğe, siyah veya kırmızı görülmesi ise şerre delalet eder. İstihare namazının delili şu hadistir: Cabir bin Abdullah (r.a.) dan rivayet edildiğine göre kendisi şöyle anlatmıştır, Resulullah (s.a.v.) bütün işlerde bize Kur’an dan bir sure öğretir ve şöyle buyururdu: Sizden biri bir iş yapmak istediği zaman, farz dışında iki rekat namaz kılsın ve şöyle dua etsin: ‘Allah’ım! Sen bildiğin için senden hakkımda hayırlısını bana bildirmeni dilerim. Ve gücün yettiği için, ben senden güç ve takat isterim. Hayra ermemi, senin büyük fazl ve kereminden niyaz eylerim. Çünkü senin gücün her şeye yeter. Benim gücüm yetmez. Sen her şeyi bilirsin, halbuki ben bilmem. Sen gayb alemini tam olarak bilirsin.

            ‘Allah’ım! Sen bu işim benim dinim, yaşayışım, işimin sonucu veya dünya ve ahiretim hakkında hayırlı ise, bunu bana nasib ve müyesser eyle. Sonra bundan benim için feyiz ve bereket meydana getir. Ve eğer bu iş benim dinim, yaşayışım, işimin sonucu hakkında dünyevi ve uhrevi hususlarımda, benim için bir şer ise bunu benden çevir. Benim için kalbimde bir meyil bırakma ve benim için hayır nerede ise müyesser kıl, sonrada bu konuda benden razı ol.’

            İstihare yaptıktan sonra mesele aydınlanmazsa, yukarıda zikredilen istihare namazını ve istihare duasını yedi kere tekrarlamak gerekir. Çünkü İbnü’s-sünni’ den şöyle rivayet edilmiştir: “Ya Enes! Bir iş yapmak istediğin zaman yedi kere rabbinle istihare et. Sonra kalbine gelene bak, hayır ondadır.(ez-zuhayli) Bir kimse namaz kılarak istihare yapamıyorsa, o takdirde sadece yukarıdaki duayı okuyarak istiharede bulunabilir. 

                                                                                                         

                                   MEKKE’NİN FETHİ (H.8/M.630) (1.OCAK)                               İmran KILIÇ

 

            Mekkeliler Hudeybiye antlaşmasını bozdular. Peygamberimiz kendilerine haber göndererek antlaşma şartlarına uymalarını istedi. Mekkeliler anlaşma şartlarına uymamakta ısrar ettiler. Yapılan görüşmelerden de sonuç alınamayınca peygamberimiz (s.a.v) Mekke’yi fethetmeye karar verdi. On bin (10.000) kişilik bir ordu hazırlayarak hicretin sekizinci yılı ramazan ayında Mekke üzerine yürüdü.

            Mekkelilerin Müslümanlara karşı koyacak güçleri yoktu. İslam ordusu dört koldan Mekke’ye girdi. Peygamber efendimiz Mekke’nin kan dökülmeden alınmasını istiyordu. Bunun için askerlere şöyle dedi: Kesinlikle kan dökmeyin, silahlı çatışmaya girmeyin. Dediği gibi de oldu. Mekke kan dökülmeden fetholdu. Peygamberimiz (s.a.v.) Harem-i Şerife girerek Kabe’yi putlardan temizletti. Orada toplanan insanlara önemli bir hutbe irad etti. Peygamberimiz bu hutbesinde: Allah’ın birliği, insanların eşit olduğunu, geçmişteki kan davalarının kaldırıldığını anlattıktan sonra şu manadaki ayeti okudu: Ey insanlar! Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi milletlere, kabilelere ayırdık. Sizin Allah katında en şerefliniz, Ondan en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah bilir ve işitir. (Hucurat Suresi, Ayet:13)  

            Bu sözleri dinleyen Mekkeliler vaktiyle peygamberimizi öldürmeye kalkışmışlar, ilk Müslümanlara dayanılmaz eziyetlerde bulunmuşlar, İslam’ın nurunu söndürmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Şimdi boyunlarını bükmüşler, haklarında verilecek kararı bekliyorlardı.

            Peygamberimiz (s.a.v.) kendilerine sordu: Ey Kureyş Topluluğu! Hakkınızda ne yapacağımı sanıyorsunuz.

-          Sen asil, şerefli bir kardeşsin, dediler. Peygamberimiz (s.a.v.) burada  da büyüklüğünü gösterdi. –Bugün sizi kınamak yok, hepiniz serbestsiniz. buyurdu. Ve hepsini affetti.

Mekke’yi fetheden büyük peygamber, engin merhameti ve bağışlayıcılığı ile de gönülleri fethetti. İnsanlığa en güzel ahlak ve fazilet dersi verdi. Mekke’nin fethedildiği gün öğle ezanını, Hz. Bilal-i Habeşi Kabe’nin damına çıkarak okudu. Namaz kılındıktan sonra peygamberimiz safa tepesine çıktı. Yeni Müslüman olanlarda orada toplandılar. Erkekler ve kadınlar biat ettiler.(Yani peygambere itaat edeceklerine söz verdiler.)

İşte Müslümanlar azken çoğalmışlar, zayıfken kuvvetlenmişler, dün onları Mekke’den çıkaranlar bugün onları, yenilmiş ve boyun eğmiş olarak karşılıyorlardı. Mekke halkı bölük bölük Müslümanlığa giriyor. İşkenceye uğrayan Bilal, Kabe’ de Allah-u Ekber diye haykırıyor. İslam için yapılan fedakarlıklar meyvesini veriyor. Müslümanlar izzet ve güç buluyordu.  

                                                                                                                                            

                                                                    YILBAŞI                          İmran KILIÇ  

 

    “Yılbaşı, denince miladi yılın ilk günü olan 1. ocak kasdedilir. Yılbaşı kutlamaları denilince de eski yılın sona erip yeni yıla geçildiği 31 aralık / 1 ocak gecesi yapıla n eğlence ve faaliyetler anlaşılır. Miladi takvimin başlangıcında Hz. İsa (a.s) ın yaklaşık doğum tarihi esas alınmış olup, hristiyanlar, aralık ayının son haftasını en önemli dini bayramları (Noel Bayramı) olarak kabul ederler. Kiliseye giderler, birbirlerini ziyaret ederler ve hediyeleşirler. Gayet sakin ve dini bir hava içerisinde geçen bu bayramın akabinde ise, yeni yıla giriş büyük bir çılgınlıkla, lüks ve israfla kutlanır.

     Aslında yılbaşı, zaman ölçmede esas alınan bir başlangıç noktası olup yanlışlıklara alet edilmemelidir. O yüzden kültürel tahribata, kimlik bunalımına, kendi öz değerlerimiz ve geleneklerimizden uzaklaşmaya sebeb olabilecek kutlamalar, noel ağacı süslemesi, noel babanın hediye bırakması, kumar, içki ve uyuşturucu kullanımı gibi yanlış ve zararlı işlerden uzak durulmalıdır.

      Yabancı kültürlerden taşınan veya yabancı toplumlara özenti şeklinde başlayan örf ve adetlere karşı duyarlı olunmalıdır. Bunun için alınabilecek bir önlem de, kendi kültürel mirasımızdan ve dini anlayış ve heyacanımızdan kaynaklanan değerleri, gelenek ve adetleri iyileştirerek yaşatmaya  ve geliştirmeye çalışmak olsa gerektir.